ŞÜKRÜ YILDIZ
Geçmiş zamandı, bizi iki bin tl’ye satmış olsa da, anlatacak çok hikâyesi, derdi, tasası olan bir abimiz vardı. Çok güngörmüş, bedel ödemiş, hapis yatmıştı. Tatlı dilliydi, güzel anlatırdı. Biz “gençler” o zamanlar dinlemesini severdik. Kördü… Lakin görenden fazlasına hâkimdi…
Her neyse, bir gün cezaevi anılarına girmişken, banyo ya gidişlerini ve onun nasıl bir kahramanlık hikâyesine dönüştüğünü anlattı.
Haftada bir gün banyo günüydü. Bizde üstümüzdekileri çıkarmış, temizleri de kucağımıza almış, banyoya gardiyanlar eşliğinde gidiyorduk. Ben görmediğimden önümdekilerin sesini takip ederek gidip geliyordum. O gün ne olduysa tam yolun yarısında herkesin havalandırmada toplanması istendi. Gardiyanlar bağırmaya çağırmaya başladı, çil yavrusu gibi millet dağıldı. Bende kala kaldım ortada.
Tabi bu arda bir gardiyanın sesi çok yakınımda yankılanıyor, bende ona doğru gidiyorum. Adam benim görmediğimi bilmediğimden ben onun sesine doğru gidince, o önde ben sesin arkasında meydanda bir kaç tur atınca diğer gardiyanlar çullanıp üstüme yere yatırıp, sonrada kaldırıp sıraya koydular. Olay bundan ibaretti.
Yıllar sonra başka bir cezaevine gönderdiler bizi. Bir gün benimle eski cezaevinde kalmış, bu duruma şahit olmuş bir köylü de aynı cezaevine geldi. Bir Muhabbet esnasında oradakilere dönerek dedi ki; “siz bunun böyle kör olduğuna bakıp kanmayın. Bu adam tek başına gardiyanın peşine vermişti, gardiyan korkudan kaçacak yer arıyordu, onlarca gardiyan zor durdurup, elinden aldılar.”
Bu biraz da bizim hikâyemiz gibi… Yaşadıklarımız ve yaşadıklarımızın okunması bazen üst üste oturmuyor. Toplum gönlündekini, yapmak isteyip de yapamadığını yüklüyor bize.
İşe yarıyorsa Allah eyvallah…
Ama bazen de yük olup duruyor boynumuzda… Kahramanca adımlar atmamızı bekliyor… Bazen kör, topal, sağır olduğumuzu görmüyor… Yükümüze yük katıyor, katarken de acımıyor… El insaf demiyor bizim gibi eşeğe, katır yükü veriyor…
Verene de eyvallah…
Sene 1986. Lise yıllarımız. Zamanın DGM’si, Erzincan’dan kalkıp, beni yargılamak için Karadeniz’in o güzel şehrine gelmişti. O gelinceye kadar “Milli duyguları zayıflatmanın ve dine hakaret etme”nin milli duyguları zayıflatma kısmının Kürtlüğümüz, dine hakaret kısmının Aleviliğimiz olduğunu cezaevi sürecinde iyice bilince çıkardık. Yıllar bunun etrafında pervane olmuş bir mücadele içinde geçti.
Ne kimliğimize, ne inancımıza, ne soldan atan yüreğimize söz dinletebildik ne de onu dizginleyebilen bir kabiliyet geliştirebilirdik. “Gidilmesi gerek bir yer varsa, gidilmeli, yürünecek yol varsa yürünmelidir” dedik… Bu güne geldik…
Sözümüzü esirgemedik, söz söyleyen olunca da kendimizi dara çektik. “Yanlışınızı dile getiremezseniz, doğrusunu öğrenemezsiniz” dedik. Yanlışlarımızdan korkmadık… “Yanlışımızla insanız” dedik.
Farklılıkları zenginlik olarak okuduk, bildik… Tekleşmeye karşı da olabildiğince direndik.
Hak ile hakikat terazisinde hakkaniyet içinde olduk… Hakkaniyet terazisinde çokça da hatalar yaptık. Hatalarımızdan hesabımızı kendi elimizle, vicdanımızla kestik. Böyle inandık kendimize… Birbirimize…
Sözü olana da eyvallah… Davacı olana da Allah eyvallah…
Çok gezdik, çok gördük, çok dinledik…
Dar, didar, divan, cem, cemaat, muhabbet eyledik…
“Her çiçekten bal eyledik”
Pir gördük, dede gördük, postnişin, derviş gördük… En güzeli divaneleri, dostları gördük…
Aşk ile…
Gördüklerimizi notladık… Notladıkça borçlandık…
Şimdi borcumuzu ödüyoruz…
Ocağımızdayız… Kendi kapımızdayız… Atalarımızın yolunda turapız…
Büyüklüğümüzü, büyük işlerin, sahteliklerin değirmeninde öğüttük, toprak olmanın hevesindeyiz…
Torbamızda kalan bir kaç kelime ile… Darımızdayız…
Artık sözümüzü esirgeyemeyiz… Mecburiyetlerimizle işlediğiniz, sırtımıza vurduğunuz palanımız var!
Yükü verenlere aşk olsun…
Adıyaman’da cemde vali ve askeri erkânın posta oturtulmasına dair
PİRHA’nın haberi ile öğrendik. Haberi yapan kişi gazetecilik yaptı. Kendisinin bence daha çok aktif Alevi haberleri peşinde koşması gerektiğini ispatladı. İyi bir habercilikti…
Bu haber bizlere, toplumsal, sosyal ilişkiler karşısında ne kadar hazırlıksız olduğumuzu gösterdi. Kimi nerede, nasıl, nereye kadar tolare edeceğimizi bilmediğimizi gözler önüne serdi. Hepsini ayrı ayrı sevdiğim, varlıklarıyla varlığımızı hissettiğim, cemaline kurban olduğum Ali Büyükşahin gibi pirlerimizi zor duruma düşürdü. Bizleri üzdü…
Lakin tartışmaya vesile oldu. Eksiğimizi yüzümüze vurdu.
Yılların Alevi hareketinin halen cem cemaate, dar ile divana gelen konuklarını nasıl ağırlaması gerektiği konusunda bir adım atmadığını, tartışıp bir karara bağlamadığını, bu kaosun da böylesine bilinmez durumlara vesile olduğunu gösterdi. Bunun aşılması gereken bir sorun olduğunu geçmişte Dersim Cemevin’de, Erzincan Cemevin’de de gördük. Yaşadık.
İnancım odur ki önümüzdeki günlerde pirlerimizin sohbetinde, muhabbetinde, mihmanlarımızın nasıl ağırlanması gerektiği konusu konuşulacaktır. Alevi kurumları da bu konuda gerekli düzenlemeyi yapacaktır.
Lise yıllarına atıfta bulunmuştuk. O yıllardan kalma en sevdiğim şiirlerden olan Şair Şeyhî’nin “Batıl isteyü haktan ayrıldım / Boynuz umdum kulaktan ayrıldım.” dediğiHarnâme ile bu yazımıza noktayı koyalım…
Bir eşek var idi zaif ü nîzar
Yük elinden katı şikeste vü zâr
Gâh odunda vü gâh suda idi
Dün ü gün kahr ile kısuda idi
Ol çeker idi yükler ağır
Ki teninde tü komamıştı yağır
Dudağı sarkmış u düşmüş enek
Yorulu arkasına konsa sinek
Kargalar derneği kulağında
Sineğin seyri gözü yağında
Arkasından alınca palanı
Sanki it artuğıydı kalanı
Bir gün ıssı eder himayet ana
Ya’ni kim gösterir inayet ana
Aldı palanı vü saldı ota
Otlayurak biraz yürüdü öte
Gördü otlukta yürür öküzler
Odlu gözler ü ger(i) lü göğüsler
Boynuzu bazısının ay bigi
Kiminün halka halka yay bigi
Ne yular derdi ne gam-ı pâlân
Ne yük altında haste vü nâlân
Acebe kalur tefekkür ider
Kendi ahvalini tasavvur ider.
Ki biriz bunlar hilkatte
Elde ayakta şekl ü sûrette
Bunların başlarına taç neden
Bizde bu fakr ü ihtiyaç neden
Var idi bir eşek ferâsetlû
Hem ulu yollu hem kıyâsetlû
Bizim ulu işimiz odûndur
Od uran içimizde o dûndur
Duttu yüz derd ile zaîf eşek
Zâr ü dil-haste vü nahîf eşek
Varayın ben de buğda işleyeyin
Anda yaylayup anda kışlayayın
Gezerek gördü bir göğermiş ekin
Sanki tutardı ol ekin ile kin
Aşk ile depti girdi işelemeye
Gâh ayaklayu gâh dişlemeye
Ekin ıssı…
Ağaç elinde azm-i râh etti
Daneden gördü yer pâk olmuş
Gök ekinliği kara hâk olmuş
Yüreği sovumadı sövmek ile
Olmadı eşeği dövmek ile
Bıçak çekti kodu ayruğunu
Kesti kulağını vü kuyruğunu
Kaçar eşşek acıyarak canı
Dökülerek yaşı yerine kanı
Uğrayu geldi pîr eşeği nagâh
Sordı hâlini kıldı dert ile âh
Batıl isteyü haktan ayrıldım
Boynuz umdum kulaktan ayrıldım.