Yönetmen Alak: Biz kendi Bedrettin’imizi anlattık

0
274
                    Hakikat, ilk kez Şeyh Bedrettin’in hikayesini beyazperdeye aktaran bir yapım. Öte yandan tamamıyla Şeyh Bedrettin’in yaşamına odaklanan bir film olmadığının altını çiziyor yönetmen Hakan Alak. Börklüce Mustafa'nın Osmanlı ordusuyla yaptığı üç savaştan ikisini konu alıyor.

Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’ndaki Ahmet’in hikayesinden yola çıktıklarını söylüyor Hakan Alak. Israrla vurguladığı başka bir nokta daha var: Filmin bir “uyarlama” olmadığı… Çünkü, kendi sözleriyle aktarmak gerekirse, “Biz kendi Bedrettin’imizi anlattık” diyor.

Film Edirne, İzmir-Karaburun, İstanbul ve İzmit Seka platolarında, yaklaşık 4 yılda çekildi. Covid-19 salgını araya girince daha da uzadı yapım. Hatta bu yüzden gösterim de ertelendi. Nihayet 8 Ekim’de önce Türkiye’de, daha sonra Avrupa’da gösterime girecek. Filmin yönetmeni Hakan Alak ile ANF için konuştuk.

Filmde Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’ndan yola çıkıyorsunuz. Öncelikle Hakikat filmini yapma hikayeniz nasıl başladı?

Senaryo Ali Şahin’e ait. Aynı zamanda filmin yapımcılarından biri. Ali’nin yazdığı senaryo, 40-50 sayfalık orta ve kısa metraja yakın ama daha da şekillenmeye açık bir çalışmaydı. Ayrıca onlar çalışmalara başlamıştı. Ben neredeyse bir yıl sonra katıldım projeye. Hatta Suavi ve Bülent Parlak ile görüşülüp roller konusunda da anlaşmaya varılmıştı. Ben zaten hem Ali’yi (Şahin) hem de yapımcı Özer Çalık’ı tanıyordum. Senaryo üzerinde çalışmaya başladık. Başta senaryo için gelinmişti bana. Epey yol aldık, değişiklikler yaptık derken filmin yönetmeni de oldum.

Hakikat filmi, Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’ndan yola çıkıyor ama birebir onun uyarlaması değil. Orada küçük bir parça, bizi birtakım sorulara götürdü. Ali’nin (Şahin) hikayesini odak aldık; biraz attık, biraz genişlettik. Örneğin kurmaca karakterler ekledik vs. derken başka bir hikayeye dönüştürdük. İki zamanlı bir film Hakikat. 1909 ve 1416’da geçiyor. Hatta Ali Şahin’in hikayesi dört zamanlıydı, epey giriftti. Ayrıca Destanın sonunda 1909’da Ahmet’in hikayesi diye bir bölüm geçer. Biz filmde Ahmet kimdir ve ne yaşadı üzerinden yeni bir hikaye de yazarak ilerlemeye çalıştık. Bunun üzerinden 1909’da geçen o gece ile 1416 arasında bir bağ kurup anlatmaya çalıştık.

Kurmaca karakter yaratıp farklı bir hikaye anlattığınızdan bahsediyorsunuz ama bir yanıyla da bir tarihi anlatısı üzerine kurulu Hakikat. Tarihi bir karakter anlatmanın ya da hikayenin riskleri var. Peki siz kurmaca ve gerçek arasında nasıl bir farklılık gözettiniz?

Tam da ondan kurtulmak için kurmacaya yöneldik. Çünkü filmin ihtiyaçları, tarihin ihtiyaçlarından farklıdır. Tarihi bir film yaparken dahi tamamen oraya bağlı kalmazsınız. Kaldı ki biz esinlenerek hareket ediyoruz ve yeni bir hikaye yazıyoruz. Biz çocuktuk, insanlar bir film yapıyordu ve “biz belgesel değil hikaye anlattık” demek zorunda kalıyorduk. Büyüdük, hatta olgunluk çağına geldik; hala bunu açıklamak durumunda kalıyoruz. Konuya akademik alandan bakanlar, durumu elbette kendi açılarından değerlendiriyor ve bu çok normal. Yani bir kasap bile filmde kesim sahnesi izlerken, “koyun öyle kesilmez, yanlış kesmişler” der zaten.

Hikayeniz bazen başka bir hatta ilerliyor, biz hikayenin seyirciye geçmesi ve doğru hatta ilerlemesi ile ilgileniyoruz. O yüzden fazla olan her şeyi atıyorsunuz. Tarihte yerli yerinde olan her şey filmde fazlalık durumuna düşebilir. Hem Bedrettin’in kendisi hem de hareketi sabit bir taş değil. Herkesin bir kendine göre Bedrettin’i var. Biz kendi Bedrettin’imizi anlatmaya direndik. Evet birileri çıkacak; “Aslında öyle olmamıştı, böyle olmuştu” diyecek. Keza doğrudur da ama bilinmeyen birçok şey de var. Evet kesin olan bilgiler de var ama tarihte bilmediğimiz birçok husus da mevcut. Hakikat ismi biraz da buradan geliyor. Şu yola buradan mı gitmişti, oradan mı gitmişti değil; “nasıl vardı” ile ilgileniyoruz.

Peki buradan filme gelirsek Hakikat’in hikayesi nedir?

Öncelikle şunu söylemek lazım. Şöyle bir yanlış anlaşılma var; biz Şeyh Bedrettin’in hayatını anlatmıyoruz. 1416 ile takribi 1418’i ele alıyoruz. Börklüce Mustafa’nın Osmanlı ordusuna karşı verdiği üç savaş var; bunlardan ikisini anlatıyoruz. İkinci ve üçüncü savaş arasındaki süreyi.

Zafer ve yenilgi arasını yani…

Evet, tam olarak öyle. Küçük bir zaferle başlayıp büyük bir yenilgi ile biten o arayı. Ama aynı zamanda büyük bir direnişle de biten arayı.

Ali Ferit adında kurmaca bir karakterimiz var. Osmanlı ordusunda Börklüce Mustafa’yı öldürmeye çalışırken esir düşüyor. Diğerleri zaten tarihte bilinen üç karakter. Ama bu hikayeyi Şeyh Bedrettin Destanı’ndaki Ahmet’in hikayesi bölümündeki gibi, 1909’da faytonun tekerinin kırılıp sığınmak zorunda kaldıkları Alevi köyünden başlatarak ele alıyoruz. Anlatım, Ahmet’in o hikayede dinledikleri üzerine kurulu. Dolayısıyla biraz söylence, biraz da tarihsel gerçekler üzerinden.

Şöyle bir şey de var. Bazı tartışmalarda görüyoruz; Bedrettin Alevi miydi? Değildi ya da öyleydi… Ya da Aleviliğin o dönemdeki tarifi bu dönemle aynı değildi. Şeyh Bedrettin her ne idiyse, bir onu asanlar vardı, bir de onu asıldığı yerden indirip layığınca defnederek bugüne kadar taşıyan Aleviler var. Hatta bazı çevrelerden “Bedrettin öyle değildi, bizim anlatmamız gerekiyor” diyenler var. Anlatsaydınız! Sahip çıksaydınız! Hatta daha da ileri giderek şunu söylüyorum; asmasaydınız!

600 sene geçmiş ve şimdi kalkıp “O, bizim” diyorlar. Hayır değil. Hiçbir zaman da olmadı. Siz aslanların yanında oldunuz. Bedrettin’i o gece, o kuru ağaçtan indirip bugüne taşıyanlar, Aleviler oldu. Hangi Bedrettin meselesini, biz onu bugüne kadar yaşatanlar üzerinden ele aldık? Şeyh Bedrettin Destanı’ndaki Ahmet’in hikayesi bölümünde fayton tekeri kırıldığında, Edirne’de askerler bir köy tarif ediyor, dedesi ve Ahmet’e: “Vergi vermez. Ne Müslüman ne gavur… Belki Kızılbaş bir köy” diyorlar. Evet, o köyde yaşatılıyor Bedrettin. O köyde öğreniyor küçücük bir çocuk, onun hikayesini…

Şeyh Bedrettin Destanı odağınız olsa da birçok anlatıya da sahip bu tarih. Nelerden yararlandınız?

Biz birçok anlatıda Şeyh Bedrettin’i okuduk ama elimizin tersiyle ittik. Çünkü buralara girersek filmi kaybederdik. Şöyle bir detay örneği vereyim; Börklüce Mustafa’nın bizim filmimizdeki eşi Hristiyan Maria. Ama gerçek hayatta eşi kim, bilinmiyor. Ama biz o döneme dair şunu biliyoruz. O çağın alışkanlıklarının aksine, evlendikleri için kimse dininden dönmüyor. Bu aslında “Herkes Allah’ın kuludur, hakikat budur” dedikleri şeyin mesajı.

Bu, onların hakikat olarak ortaya koyduğu şeyi anlamamızı sağlayacak bir durum. Yoksa tarihsel bilgi çarpıtıldı, filmde saptırıldı gibi bir tartışma konusu değil bu. Çünkü biz tarihsel hakikatin dışına çıkmadık. O dönemde kendine eş olarak aldığı kişinin dinini değiştirmemek diye bir şey var ve biz bunu Börklüce Mustafa’ya uyarladık. Hakikati değiştirmiş mi olduk? Tarihsel gerçekliği anlatırken bu hattı kurmak önemli, o hattı kurarken, bence biz bundan sapmadık. Ama seçimler yaptık.

Başından bu yana tarihten ve Nazım’dan ‘esinlenerek’ bir anlatım kurduğunuzu söylediniz. Son 20 yılda AKP iktidarının da tarihle ilişki kurduğu ideolojik bir bağ var. Bunu dizilerden hikayelere ‘ecdat destanı’ ile bir şekilde anlattı. Kurgu ya da tarih tartışmasını bir yana koyarsak; sizin tarihi anlatımınız, yaklaşık 20 yıldır iktidar tarafından anlatılandan nerede ayrılıyor?

Demin de söylediğim gibi herkesin bir Bedreddin’i oluşmaya başladı ama bizim anlattığımız hakikat olandır. Dinsel yanından ziyade egemenin değil, ezilenin yanında durduğu için katledilen birinden bahsediyoruz. Tarih böyle ilerliyor; egemen ve ezilen. Sizin verdiğiniz ecdat örneği de egemen. Bugün bile iğdiş edilmiş bir “emperyalizm” lafı var onların dilinde. Onlara göre birileri emperyalist ama kendileri fetihçi. O yüzden bizim anlattığımız tarih, durduğu yer itibarıyla onlardan farklı olmak zorunda.

Bizler hamasetin, yayılmacılığın ya da başka başka halklar üzerinde egemenlik kurmakla övünenlerin anlatısını yaratamayız. Bizler, farklı farklı halkların, başka başka inançtaki insanların sömürüye karşı bir araya gelerek direnişini anlatabiliriz. Doğal olarak burada ayrılıyoruz. Bizim de yüzlerce yıllık birikmiş anlatımız var ve buna dayanarak iyi bir iş yapmaya çalıştık. Hatta hamaset hikayelerini yapanlar sağolsun, bugün bizim de bir Bedrettin hikayesi anlatmamızın önünü açtı.

Nasıl?

Her şey zıddını yaratır. Evet, her zaman bir Şeyh Bedrettin hikayesi anlatma hayali vardı birilerinde. Önünde deneyimden paraya birçok eksiklik ve engel de vardı. Bu dönemde ise sürekli tarihi film yapmaktan da kaynaklı aslında bir grup insan bundan deneyim kazandı, film yapma koşullarımız daha “olabilir” oldu. Onların anlattığı hikayeler sabun köpüğü gibi unutulup gidiyor, ama bir şekilde bize bunu yapacak koşulları yarattılar farkında olmadan.

Peki 605 yıl önce yaşanmış bir “zafer ve yenilgi” dönemi, bugüne ne anlatıyor?

Biz 600 yıl öncesine anlatıyoruz desek de bugünle bağ kuruyoruz. İnsan zihni kaçınılmaz olarak o bağı kurar. İnsanlar bakıyor ve “aynı sorunlar o zaman da varmış” diyor. Bir tarafıyla evet, insanlık tarihi aynı sorunlar etrafında dönüp duruyor. Diğer yanıyla da elbette senaryoyu yazan bizler, bugünden bakarak oraya okuduğunuz için öyle yazıyoruz. Ama bu çok büyük bir yoksulluğun ayağa kalkıp direniş göstermesi aynı zamanda. Ve biz bunu yazarken o yoksulluğu tahayyül edemeyiz diyorduk.

Örneğin benim çocukluğumda (80’lerde) bir şey yırtıldığında dikilip yamalanabiliyordu ama günümüzde öyle değil. 1960’larda Haliç’te balık tutan bir adamın fotoğrafını görmüştüm. O fotoğrafta adamın üzerinde yamalanmamış bir kumaş yoktu. Bu geriye gittikçe daha da artıyor. Haliyle 1400’lerdeki bir yoksulluğu anlamamız mümkün bile değil. Sadece o hissi geçirebilmek önemli. Yoksa bizim aklımızın, hayalimizin alamayacağı bir şey ama biz bugünle bağ kurmak zorundayız.

Örneğin 1900’lere ait İngiltere’deki bir video kaydını izlemiştim internette. İşçiler maden ocağından çıkıyordu. Videonun altında bir yorum yapılmıştı; “gülüşleri bile farklı bizden” diye. Evet, bazı şeyleri aynı ama bazı detaylar bambaşka. O dönemi anlatırken hep şöyle bir cümle kurulur: “Halk ağır vergiler altında eziliyordu…”

Bugün de eziliyor…

Evet, vergi her zaman vardı. Sistemi yürütmek için kurdukları düşünce yapısı da aynı. Hep arttırarak, daha fazla alarak bunu yapmak üzerine bina edilmiş. O yüzden bizim payımıza, “ağır vergiler altında eziliyordu” kısmını yaşamak düşüyor her defasında.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz